Mültecilerle ilgili haber yaparken nelere dikkat edilmesi gerekir? Ercüment Akdeniz, gazeteciler ve gazetecilik öğrencileri için önemli bir rehber hazırladı.
Dünya üzerinde her 100 kişiden biri yerinden edilmiş durumda. Buna sebep savaş, çatışma, açlık, kuraklık ya da hastalıklar. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) 20 Haziran Dünya Mülteciler Günü vesilesiyle açıkladığı Küresel Eğilimler Raporuna göre, 2019 yılı sonu itibarıyla 79,5 milyon insan mülteci durumuna düştü. UNHCR, açıklamasında, “daha önce toplamda bu kadar yüksek bir sayı görülmediğini” ekliyor.
20’nci yüzyıl, iki büyük dünya savaşı yaşamasına rağmen, mülteci nüfusunda şimdiki rakamlara erişememişti. Vahim gidişat, göç ve mülteciler gündemini baş gündemlerden biri haline getirdi. Medyada da ister istemez mültecilere dair haber, yazı ve program sayılarında artış yaşandı. Yeterli mi? Elbette değil. Fakat işin daha vahim yanı sözü edilen bu haber, yazı yahut programların içerik ve sunuşlarına dairdi. Mültecilerin hiç de sorumlu olmadıkları bu oransal artışların neticesinde, topun ağzına sürülenler yine mülteci ve göçmenler oldu! Sorun yumağı büyüdükçe, sorunların en çok ezdiği mülteciler daha çok ötekileştirilmeye, istismar ve pazarlık konusu edilmeye, hatta kriminalize edilmeye başlandılar. Türkiye basını da bu gerilemede fazlasıyla pay sahibi oldu. İçlerinde meseleye hak temelli bakan sınırlı sayıda birkaç gazete, TV ve internet haber sitesi olsa da genel olarak Türkiye’deki merkez medya, dünyada esen gerici rüzgâra ayak uydurmakta pek mahir davrandı.
Örneklere geçmeden önce şunu hatırlatmakta fayda var. 1951 Cenevre Sözleşmesinin imzacı taraflarından biri olan Türkiye devleti, sonraki süreçte sözleşmeye “coğrafi çekince” şartını ekledi. Çekince şartının ardından Türkiye sadece batı ülkelerinden gelen sığınmacılara mülteci statüsü tanıdı, doğu ülkelerinden gelenler bu kapsamın dışında bırakıldı. 2011 yılından bu yana –savaş nedeniyle– Türkiye’ye sığınan dört milyon Suriyeli de aradan geçen dokuz yıla rağmen mülteci statüsüne kavuşamadı. Suriyeli sığınmacılar hala “Geçici Koruma” kapsamında tutuluyorlar. Bu durum evrensel bir hak olan mülteci statüsü hakkının ilgası anlamına geldiği için yazı boyunca “mülteci” tanımının kullanılması tercih edildi. Türkiye’ye diğer ülkelerden sığınmak üzere değil ama geçici olarak ve çalışmak üzere gelen insanlar içinse “göçmen” ya da “göçmen işçi” tanımı kullanıldı. Bu kavramların evrensel tanımları ve birbirinden farklılıklarına dair bilgi için UNHCR’nin kaynaklarına bakılabilir.
Çok uzağa gitmeden, yakın dönemde yaşanan ve habercilikte kritik kırılmalara işaret eden birkaç hadise üzerinde duralım.
PAZARKULE: PAZARLIĞA DEĞİN(E)MEYEN GAZETECİLİK
Şubat ayı sonunda Suriye’nin İdlib bölgesinde TSK birliklerine yapılan saldırıda 33 asker hayatını kaybetti. Hemen akabinde, diplomatik gerilim ve diplomatik trafiği alt üst eden yeni bir gelişme yaşandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan AB-Türkiye sınır kapılarını kastederek, “Kapıları açtık, bundan sonraki süreçte de kapatmayacağız” dedi. Bu beyan, Türkiye’de bulunan binlerce mülteci ve göçmenin Edirne’ye hareket etmesini beraberinde getirdi.
Avrupa kapılarının açılacağını hatta açıldığını düşünen göçmenler, kısa sürede yanlarında göçmen tacirlerini görmeye başladılar. İşlerini bırakan, evlerindeki eşyaları satan insanlar son umut kapısı olarak Pazarkule sınır kapısında toplandılar. Ama o kapı açık değildi ve hiçbir zaman da mültecilere açık olmayacaktı!
İlerleyen günlerde basına, tampon bölgede yaşanan çileler ve Yunanistan kolluk kuvvetlerince uygulanan bolca şiddet görüntüsü yansıyacaktı. Ne var ki, “Göçmenlere sınırda Yunan Zulmü”, “Tampon bölgede Yunan zulmü aralıksız devam ediyor” başlıklarıyla verilen haberler, sınırın açılmayacağı bilindiği halde bu insanların neden oraya sürüklendiğine hiç ama hiç değinmeyecekti. Oysa aynı “umutlar” AB ile bir pazarlık konusu olarak 2015 yılında da pompalanmış ve kapılar o zaman mültecilere yine açılmamıştı. Bu dersten tecrübe kazanmış Suriyeli mülteciler 2020’de sınır kapısına gelmemişlerdi örneğin. Dolayısıyla habercilikte kısa bir arşiv taraması bile, 2020 Pazarkule aldatmacasının 2015’inkinden farklı olmadığını anlamak için yeterliydi.
Çoğu Müslüman olan mülteci ve göçmenlerin Türkiye’de kalmak, çalışmak ve yaşamak yerine neden ölüm riskini göze alarak Avrupa’ya gitmeye çalıştıkları da basın tarafından sorgulanmadı. İltica, sığınma ve mülteci statüsü bakımından çıtayı olmadık derecede yere indiren hükümet politikaları da sorgulanmadı haliyle. Bütün bu sorunlardan yalıtılmış, üzeri örtük, çok satan “dram” haberleri de gerçeği zaten yakalayamazdı/yakalamadı. Oysa habercilikte hakikat; olay ve olguların, nedenleri ve sonuçlarıyla birlikte ele alındığı diyalektik bir bütündü ve mülteci haberleri bu yönleriyle birlikte hazırlanıp sunulmalıydı.
Tampon bölgede, umutları çalınmış halde geldiği şehirlere dönen ya da Geri Gönderme Merkezlerine götürülen göçmenler kısa sürede merkez medya tarafından unutuldular. 14 günlük karantina sonrası bırakıldıkları otogarlarda sahipsiz kaldılar. Hem de pandemi koşullarında gerçekleşti bütün bu yaşananlar! Çünkü onların Türkiye ile AB arasında bir “pazarlık enstrümanı olma hüviyeti” devletler tarafından geçici olarak askıya alınmıştı. Mülteciler üzerinden Pazarkule ve Ege denizinde yaşanan “muharebe” görüntülerine gerek yoktu artık. Bu dönemde göçmen tacirlerine mikrofon tutan, çocuk ve kadınları botlara bindiren insan kaçakçılarını canlı yayınlara çıkaran televizyon kanalları da basın tarihine kara bir leke olarak geçti.
PANDEMİDE MÜLTECİLERİ KİM GÖRÜNÜR KILACAK?
İstanbul’un Sultangazi ilçesinde, 5 katlı bir apartmanın bodrum katında (işçi koğuşunda) yaşayan Pakistanlı işçi Karim Khan (18) koronavirüs testi yaptırdığı günün ertesinde hayatını kaybetti.Haber 28 Ağustosta ajansa düştü, bazı gazete ve televizyonlarda yer almayı başardı. Haber kıymetliydi. Zira Dünya Sağlık Örgütü 11 Mart’ta pandemi ilan etmesine rağmen, 28 Ağustos’a kadar kaç mültecinin Covid-19 nedeniyle hayatını kaybettiği ya da bu hastalığa yakalandığı bilinmemekteydi.
BM, devlet ve ilgili bakanlıklar katından, mültecilerin pandemi koşullarında nasıl etkilendiklerine dair dişe dokunur bir açıklama olmadı, veriler paylaşılmadı. Ne yazık ki pandeminin görünmeyenleri/gösterilmeyenleri olarak mülteciler merkez medya tarafından da gündem yapılmadı.
Oysa mülteciler bu süreçte 14 gün karantinada kalarak iş kaybetme kaygısı veya ülkelerine geri gönderilme korkusuyla hastanelerden olabildiğince uzak durdular. Kaydı bulunmayan göçmenler için durum daha da feciydi. Toplamında göçmenler ve mülteciler bu süreçte hem sağlıklarından hem de işlerinden oldular. “Koronadan ölmekle açlıktan ölmek” arasında bir tercihe zorlandılar. Ev ve atölye arasına sıkışmış, sosyal hayatın sona erdiği, esaret altında bir “illegal” yaşama mahkûm oldular. Sofralarındaki öğün sayısı düştü, porsiyon küçüldü. Hijyen malzemelere erişim güçleşti. Çocuklara süt ve bez bulunmaz hale geldi. İzolasyon günlerini borçlanarak atlatmaya çalıştılar. Dolayısıyla her türden hastalığa daha açık hale geldiler.
Beş milyon mülteci ve göçmen açlık tehlikesi yaşarken 1,4 milyon göçmen/mülteci işçi de kısa çalışma ödeneği yahut işsizlik ödeneğinden yararlanamadı. Çünkü bu işçilerin yüzde 99’u sigortasızdı, kayıt dışıydı! İzolasyon günlerinde sokak denetimlerine takılmamak için polisten kaçan işçi grupları risk almak durumunda kaldılar. Adana’da 19 yaşındaki tekstil işçisi Ali El Hemdan polis kurşunuyla can verdi. Kısacası göçmen emeği transferi ile AB’nin Bangladeş’i/Pakistan’ı/Afganistan’ı haline gelen Türkiye’de, pandemi koşulları göçmen emeğini tümden görünmez hale getirdi.
Elbette bu sancılı dönemlerde basının işlevi/görevi sadece sorunları ortaya koymakla da sınırlı değil. Bir bu kadar göçmen ve mültecilerin taleplerinin görünür kılınması gerekmekte. Salgın nedeniyle geri göndermeme güvencesinin tanınması, devletin ve yerel yönetimlerin sağlık ve temel gıda ürünlerine erişimde inisiyatif alması, su-elektrik-kira-doğal gaz borçlarının ötelenmesi, sosyal ödenek ve işsizlik ödeneğinin sağlanması gibi acil talepler ise ivedi olanlar.
VAN GÖLÜNDE BATAN SADECE GÖÇMENLER Mİ?
Pandemi süreci, sınırlarda göçmen hareketliliğini de azaltan bir süreç oldu. Adına “yeni normale dönüş” denen ve salgına karşı tedbirlerin gevşetildiği kararlarla birlikte sınırdaki geçişler yeniden aktifleşti. Dünya’nın üçüncü uzun duvarının örüldüğü Türkiye hududunda, göçmen geçişleri bir süredir Van-İran sınırına kaymış durumda. Kışın karda donarak, yazın Van gölünü geçerken boğularak ölen mülteciler –yeterli olmasa da– medyada yer bulmaya başladı.
27 Haziran’da Van Gölü’nde batan tekneden toplamda 61 cansız beden çıkarıldı. Kayıplarla birlikte ölü sayısının daha fazla olduğu tahmin ediliyor. Önceki facialar bir yana, bu olay Türkiye basınının yine kötü sınav verdiği bir olay oldu. Zira gölün 107 metre altında bulunan teknede 100’ü aşkın insan olduğu telaffuz edilmesine karşın, ana akım medya uzunca süre konuyu haberleştirmedi bile. Yapılan haberler de birinci sayfaya taşınmadı uzun süre. Ege ve Akdeniz’de benzer vakalarda daha heyecanla hareket eden medya, söz konusu Van Gölü olunca habere mesafeli davrandı. Yerel gazetecilerin ısrarı ve gölden çıkarılan ceset sayılarının artmaya başlamasıyla merkez medya da tutum değiştirmeye başladı. Ne var ki bu kez yapılan yayıncılık arama-kurtarma çalışmalarının rutin olarak haberleştirilmesinden ibaretti.
Van Barosu Göç ve İltica Komisyonu’nun ısrarlı takibi sonucunda faciaya ilişkin (Komisyon buna katliam diyor) bir rapor yayınlandı. Raporda göçmen kaçakçılarının Van’a nasıl çöreklendiği, sınırdaki askerlerin ve kamu görevlilerinin neden mal beyanında bulunması gerektiği ve iltica kabul politikasının nasıl geriye doğru gittiği tespit ediliyordu. Kısacası, o teknenin 61 mültecinin tabutu haline nasıl getirildiği anlatılıyordu. Kendi başına manşet ve sürmanşet olmayı hak eden bu rapor, merkez medya tarafından yine hak ettiği ilgiyi görmedi. Oysa basına, gazetecilere düşen görev; rapordaki sorular dikkate alındığında henüz yeni başlıyordu! Elbette bu sorular unutulduğunda Van gölünde batan sadece bir tekne değil; onunla birlikte insanlık ve gazetecilik olacak.
KAÇIRILAN İŞÇİ BEDENLERİNE MEDYA SUSKUN KALMAMALI
2019 Aralık ayında ajanslar ilginç bir haber geçtiler. Buna göre; Adana-Mersin yolundaki bir portakal bahçesinde, üzerine battaniye serili bir işçi cesedi bulunmuştu. Mustafa El Recep (42) adlı işçi Suriyeliydi. İddiaya göre; evi olmadığı için fabrikada kalan El Recep, bunalıma girmiş ve hayatına son vermişti. El Recep’in öldürülmüş olabileceği de bir başka iddiaydı. En nihayetinde fabrika sahipleri kayıt dışı işçi çalıştırmaktan ceza yememek için cansız bedenin fabrika dışına götürülmesini uygun görmüşlerdi! Daha vahimi, El Recep’in cenazesi fabrikada çalışan diğer işçiler tarafından portakal bahçesine taşınmıştı.
Bu haber merkez medya tarafından daha çok adli bir vaka olarak servis edilirken sınırlı sayıda gazete El Recep’in cansız bedeninin neden fabrika dışına atıldığını sorguladı.
Benzer nitelikte bir başka çarpıcı haber: İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi 16 Ağustos 2020 tarihinde, Suruç-Akçakale yolu yapımını üstlenen bir firmanın şantiyesinde Suriyeli işçi Mahmut Mışo’nun elektrik akımına kapılarak can verdiğini açıkladı. Aynı hafta içinde şantiyede 2 işçi daha hayatını kaybetmişti. Haber neredeyse bütün gazetelerde “Aynı şantiyede bir haftada 3 işçi öldü” başlığıyla sunuldu. Elbette bir haftada aynı şantiyede 3 işçinin can vermesi öne çıkarılabilecek bir hadiseydi. Ne var ki Mustafa El Recep gibi Mahmut Mışo’nun cenazesinin de işyerinden başka bir yere kaçırılmaya çalışılması; üstüne üstlük bu girişimin ailesi ve iş arkadaşları tarafından engellenmiş olması esas öne çıkarılması gereken detaydı.
Magdoff, yedek işçi ordusu üzerine yazdığı “Kullan At İşçileri” makalesinde şöyle diyor: “Emeğe üretim sürecinin kullanıp atılabilen ve/ya da kolayca yerine yenisi konabilen bir parçası olarak muamele etmek kapitalizmin esas itici gücünü – durmak bilmez zenginlik biriktirme dürtüsünü – geliştirir.” Kayıt dışı göçmen emek transferini pek seven Türkiye burjuvazisi, yukarıdaki iki haber örneğinde de görüldüğü gibi, “kullan at” kategorisine sadece işçilerin dirisini değil ölüsünü de dahil edecek kadar ileri gidiyor. Bu durum hem sömürünün vardığı akıl almaz boyut hem de sömürü mekanizmaları içinde çalınan işçi cesetleri bakımından manşet ve sürmanşetlerin, ana haber bültenlerinin konusu olmayı hak etmiyor mu? Zira gerçeğin peşindeki haberci ya da editör ve yazı işleri; olay ve olguları donmuş birer vaka olarak görmek yerine, yukarıdaki haber örneklerinde görüldüğü üzere, haberi sömürünün vardığı/varacağı boyutlara ışık tutması bakımından da ele almak ve güçlendirmek durumunda.
ŞİDDET HABERLERİ NE SÖYLÜYOR?
Saha araştırmalarım ve gazete taramaları sonucu edindiğim bilgiler, Türkiye’de mültecilerin uğradığı şiddet ve linç dalgasına dair bana art arda kırılmış 3 fay hattı olduğunu söylüyor. Bunlardan ikisi 2014 ve 2016 yıllarında yaşandı ve daha çok toplu linç girişimleri olarak ortaya çıktılar. 2016’daki saldırı furyası, hükümet sözcüleri tarafından Suriyelilere vatandaşlık verileceğinin açıklanmasıyla alevlenmişti ki bu propagandif söylemin hiçbir alt yapısı yoktu.
Son bir ayın şiddet eylemlerine baktığımızda ne yazık ki üçüncü bir fay kırılmasının başladığını söyleyebiliriz:
– 15 Temmuz 2020: Bursa’da yufka tezgahında çalışan Suriyeli Hamza Acan (17), karşı tezgahta Suriyeli bir kadınla çıkan tartışma yüzünden tercüman olarak çağrıldı. Pazarcıları kadına hakaret etmemeleri için uyarınca canından oldu. Tutuklanan dört kardeşten sadece biri reşitti.
– 26 Temmuz 2020: Hatay’ın Kırıkhan ilçesinde “Yabancı Öğrenciler Sınavı”na hazırlanan beş Suriyeli genç, kurs çıkışında saldırıya uğradı. Saldırgan grup “Ya bu ülkeden gideceksiniz ya da sizi öldüreceğiz” diye bağırdı. Linç edilen Enes Hassani (17) beyin kanaması geçirdi, tedavisi sürüyor.
– 26 Temmuz 2020: İstanbul Küçükçekmece’de, inşaat ve dekorasyon işçisi Suriyeli mülteci Muhammed Saeed (19) tanımadığı bir grubun saldırısına uğradı. Bacağında derin kesik oluştu. Eli bıçaklı şahıs “Önüme çıkan her Suriyeliyi öldüreceğim” diye bağırdı.
– 11 Ağustos 2020: Mardin Dargeçit’te Suriyeli İşçi Muayyıd El Mılhım (24) parke döşerken pompalı tüfekle öldürüldü. Sebep, A.B. isimli şahsın kendi evine parke taşı döşetmek istemesi ve Muayyıd’ın o an müsait olmamasıydı.
– 16 Ağustos 2020: İstanbul Zeytinburnu sahiline dinlenmek üzere giden altı Suriyeli işçi, sarhoş olduğu iddia edilen biri tarafından kurşunlandı. Saldırgan kişi, evinin balkonundan Suriyelilere küfürler etti. Kurşunlardan ikisi ütü işçisi Abdulkadir Davud’a (21) isabet etti. Abdulkadir olay yerinde can verdi.
– 23 Ağustos 2020 Adana’da, sokakta tartıştığı kişi tarafından pompalı tüfekle kovalanan Suriyeli mülteci Selahattin Elhasan Elcunid (27) vuruldu ve hayatını kaybetti.
– 13 Eylül 2020 Samsun’un Vezirköprü ilçesinde fırın işçisi olarak çalışan Suriyeli mülteci Eymen Hammamı (16) ırkçı saldırıda bıçaklanarak hayatını kaybetti vs.
Mülteci ve göçmenlere karşı nefret dilinin Türkiye basınında fazlasıyla yer bulması, bu saldırıların meydana gelmesinde tek faktör olmasa da oldukça etkili bir faktör. İktidara yüklenmek adına ve dayanaktan yoksun bilgilerle mültecileri toplumun üzerine bindirilmiş ağır bir yük olarak yansıtan kimi basın organları da nefret diline kapı açtı/açıyor maalesef. “Suriyelilerin yükü 40 Milyar dolar”, “Suriyelilere sağlık hizmeti var vatandaşa yok”, “Bizim askerlerimiz Suriye’de şehit olurken eli silah tutan Suriyeliler sahillerimizde fink atıyor” başlıklı haberler hafızamızdaki yerini hala koruyor.
İktidar gücüne yaslanan medya kuruluşları ise mültecileri biat etmek zorunda olan birer “tebaa toplumu” olarak göstererek, aynı nefret kapısını farklı bir açıdan aralamış oluyorlar. Oysa insan nasıl hakları ile insansa, mülteciler de haklarıyla mültecidir. İktidar medyasında yok sayılan şey, “mülteci statüsü” başta olmak üzere tam da mülteci haklarıdır. Mülteci haklarını haberciliğe yansıtan özgür basın ise; kitlelere erişmek imkanından alabildiğine yoksun olmakla birlikte, kardeşlik yolunu açmak için buzkıran gemisi işlevini görüyor.
Linç olaylarındaki haberlere baktığımızda, sonradan asılsız çıkan, sorumsuzca yapılan birçok örnekle karşılaşmak da mümkün. Öte yandan “Suriyeliler mahallede terör estirdi”, “Tacizci Suriyeli çıktı” vb. başlıklı haberler de bir kişi ya da küçük bir grubun içinde olduğu vakaları bütün bir halkın üzerine yıkarak, mültecileri toplumun gözünde düşman hale getiriyor. Sınır boylarında, lastik botlarda alıkonan mülteciler için “yakalandılar” ifadesini kullanmak da Türkiye medyasında sıklıkla başvurulan bir diğer sorumsuzluk. Mültecileri ötekileştiren, savaşılan bir düşman topluluk olarak gösteren bütün bu haberler toplumun bilinçaltına nefret tohumları ekti, ekiyor her gün.
Mültecilere duyulan her “tepki”yi kendi başına ırkçılık olarak damgalamak, basın dünyasında karşılaştığımız bir başka handikap. Zira işsizliğin, yoksulluğun, ekonomik krizin perişan ettiği emekçi kitleler, bütün bu melanetlerden hükümeti sorumlu tutarken hükümetin yanlış mülteci politikalarına da tepki gösteriyorlar. Ve fakat bilinç ve örgütlenmeden yoksun oldukları için tepkileri yanlış yöne çekiliyor. Dolayısıyla basının görevi bir yerde mültecilere yönelen tepkilere bariyer örmek iken; bir diğer görevi de yerli emekçilerin göçmen emekçilerle rekabet ettirilerek uğradığı sömürü ve yoksullaşmaya ayna tutmak. Yerlisi, göçmeniyle ortak hak mücadelesine kapı açacak başka bir habercilik yok çünkü.
MÜLTECİLERLE İLGİLİ HABER YAPARKEN NELERE DİKKAT ETMELİ?
“Mülteci” derken, bu kavramın hukuksal bir koruma da ihtiva ettiğini akıldan çıkarmamak gerekir. Çünkü yer değiştirmek zorunda bırakılan insanlar ya da topluluklar hem göç yolları boyunca hem de sığındıkları ülkelerde en korunmasız, en savunmasız insanlar durumuna düşerler. Vatandaş olanla olmayan, yerli olanla “yabancı” diye damgalananlar arasındaki o keskin ayrımda korunma hakkı yaşamsal ve temel bir ihtiyaç haline gelir. Bu hakka uymak, mülteciyi korumak, saldırılara açık hale gelmesine yol açmamak gazetecilerin, habercilerin de görevidir.
“Geçici Koruma” altında bulunan Suriyeliler kadar, Türkiye’de herhangi bir kaydı olmayan diğer ülkelerden sığınmacı ve göçmenler için de gazeteci aynı dikkati göstermek zorundadır. Mülakat ya da röportaj yapılan mülteciyle yahut göçmen işçiyle onun rızası olmadan haberi basmak, doğru olmadığı gibi etik de değildir. Saha gözlemlerinden deneyimlediğim bir başka dikkat edilmesi gereken husus da şudur: Mülteci ve göçmenler çoğunlukla geldikleri ülkelerin alt sınıflarından emekçiler oldukları için, yapılan bir haber sonucunda başlarına neler geleceğini bilmezler. Bu nedenle hakkında haber yapılan mültecinin çoğu zaman rızasını almak da yetmez, onu her bakımdan bilgilendirmek de gazetecinin görevi olmalıdır. Rıza almak bilgilendirme eylemi ile birlikte düşünülmelidir.
Haberin “korunma hakkı” üzerindeki etki düzeyine göre muhabir mülteciye kalkan olabilecek koruyucu önlemler geliştirmelidir. Haber yapılan mülteci ile konuşurken yüzünü göstermeyecek şekilde görüntülemek, çocuksa yüzünü mutlaka gizlemek, adresini açık etmemek, adı ve soyadı yerine baş harflerini kullanmak ya da mahlas isim kullanmak gibi. Bir örnek vermek gerekirse; sigortasız çalıştırılan bir mülteci işçinin hangi fabrikada bu uygulamaya uğradığını açık yazarsanız onu sadece işinden etmekle kalmaz muhtemelen sınır dışı edilmesine de yol açabilirsiniz. Bu durumda sadece sanayi havzasını belirtmek ya da çalıştığı OSB’ye değinmek, kimi zaman sadece çalıştığı kenti yazmak gibi sınırlamalara gidebilirsiniz.
Mülteci haberleri yaparken güven ilişkisi çok önemlidir. Mülteci ya da göçmen durumundaki kişi güven duygusu geliştikçe konuşur ve doğru bildiklerini paylaşabilir. Çünkü yabancı bir yerde başına neler geleceğini bilmez. Bu nedenle habere referans bularak gitmek muhabire her zaman avantaj sağlar. Mülteci ve göçmen işçiler için en güvenilir referans genellikle çalıştığı bölgedeki bir başka işçidir. Bu işçiler Türkiyeli işçiler de olabilir. Mültecilerle haber yaparken zaman aralığı ne kadar genişlerse doğru bilgiye ulaşmak o kadar daha mümkün olur. Haber öncesinde tanışmak, sohbet etmek, çayı çorbayı paylaşmak güven ortamının pekişmesini sağlar. Anket ve araştırma şirketlerinin, akademik saha çalışmalarının bize gösterdiği o çarpıcı gerçeklikte olduğu gibi; mülteci ve göçmenlerle temas etmeden yapılacak her bir haber nabzı yakalamaktan uzak, kulaktan dolma bilgilerle ve masa başı haberlerden biri olacaktır. Toplumsal ön yargılar kadar haber dilindeki ön yargının kırılması da gazetecinin mültecilerle temas etmesine bağlıdır.
Dil bariyeri hem gazeteci hem de mülteci için en zorlu engellerden biridir. Sorulan sorunun, anlatılan bilginin doğru olabilmesi için iki tarafın da birbirlerinin dilini asgari ölçüde anlaması gerekir. Bu durumda mümkünse profesyonel tercüman tutmak en iyisidir. Bu mümkün değilse reşit yaşta olan ve Türkçeyi de konuşabilen bir başka mülteciden çeviri desteği alınabilir. Burada, anlaşılmayan detayları varsayarak habere yazmak en büyük yanlışlardan biri olacaktır. Muhabir bu yöntemden kendini uzak tutmalıdır.
Özellikle Suriye göçünün 10’uncu yıla girdiği düşünüldüğünde mülteciler artık sadece haberin nesnesi değil yapıcıları da olabilmelidir. Bunun için gazeteler, medya kuruluşları güçleri oranında mülteci muhabir istihdam etmeyi düşünmelidirler. Üniversitelerimizin iletişim fakültelerinde eğitim gören Suriyeli ya da diğer milliyetlerden mülteci öğrenciler yayın kuruluşlarına stajyer olarak alınmalı ve gazeteci olarak yetiştirilmelidir. İşçi haberleri ve işçi mektupları bakımından bir ekol haline gelen Günlük Evrensel gazetesi, bugüne kadar sayfalarında yüzlerce mülteci işçi mektubuna yer verdi. Benzer biçimde gazetede mülteci işçilerin atölyelerden gönderdikleri görüntü ve haberler de yayınlandı. Mülteci ve göçmen emekçilerin doğal muhabirler haline geleceği bir gazetecilik anlayışı en geniş şekilde tartışılmalı, gazeteciler özellikle işyerlerinden doğal muhabirler bulmanın arayışı içinde olmalıdır.
Göç ve mülteciler alanında haber yapan gazeteciler kendilerini sadece saha notlarıyla sınırlamamalıdır. Ulusal ve uluslararası alanda yaşanan gelişmeler, çıkarılan ya da delinen yasalar da düzenli biçimde takip edilmelidir. Akademik kaynakların okunması da son derece önemlidir. Bütün bunlar habere çıkarken kime ne sorulacağını bilmek kadar, alınan yanıtların nereye bağlanacağı ve haberin nasıl zenginleşeceğine dair de destek unsurları olacaktır. Bir örnek: Yabancı İşçiler için Çalışma Kanunu’nda tarım işçilerinin sigortalı çalışmaktan muaf tutulduğunu ve valilikten alınacak bir muafiyet belgesi ile yüzlerce işçinin toprak ağası tarafından kayıt dışı çalıştırılabileceğini öğrenen bir gazeteci, tarım işçisi mültecilere gittiğinde bambaşka haberlerle dönecektir.
Sahada konuştuğumuz birçok mülteci, kendilerini hedefe koyan haberlerin genelleştirilmesinden şikayetçi. “Bir kişinin hatası bütün Suriyelilere mal ediliyor, oysa her toplumda iyi de var kötü de” şeklindeki şikayetler bunlar. Dolayısıyla haber dilinde ötekileştirici, ayrımcılığı genelleyen ifadelerden uzak durmaya özen göstermek gerekir. Haberci imza attığı her haberde yerli ve göçmen toplulukları ayrıştıran değil birleştirmeye gayret gösteren bir amaç taşımalı.
Son olarak; mülteciler dünyaya acı çekmek için gelen insanlar ya da topluluklar değil. Hayatın bütün zorluğu içinde gülen, eğlenmeye çalışan, üreten, sanata meyleden, sevgilisi olan, evlenen, pikniğe giden, komşu edinen insanlar. Dolayısıyla mülteci ve göçmenleri gülen yüzleri ve yaşama tutunma azimleriyle de resmetmek habercilikte çok önemli.
1972 yılında doğdu. Günlük Evrensel gazetesi köşe yazarı, haber müdürü. Mülteci İşçiler (2014), Sığınamayanlar (2016), En Güzel Şarkı (2018) kitaplarında göçü ve mültecileri anlattı. Fişekçi Enstitüsü Çocuğun İnsan Hakları Ödülü (2019), Halkevleri Hakikatin Peşinde Koşanlar Ödülü (2020), Musa Anter Gazetecilik Ödülleri Jüri Özel Ödülü (2020).