Ayrımcılık artık etnik, dinsel, cinsiyet ve cinsel yönelimle sınırlı kalmayıp kişilerin ekonomik statüsü ya da siyasi görüşüne kadar uzanıyor. Gazeteci ve Akademisyen Deniz Çaba ‘yeni ırkçılığa’ dikkat çekiyor.

Nefret söylemi her geçen gün üzerinde daha çok konuştuğumuz bir kavram olmaya başladı. Bunun en temel nedeni artık yeni tür bir ırkçılıkla karşı karşıya olmamız. Farkçı ırkçılık da denilen yeni ırkçılık, diğer etnik unsurları dışlamanın ötesine geçip neredeyse her alanda kültürel referanslar üzerinden makbul saymadığı kimlikleri ötekileştiriyor. Buna göre ayrımcılık etnik, dinsel, cinsiyet ve cinsel yönelimle sınırlı kalmayıp kişilerin ekonomik statüsü ya da siyasi görüşüne kadar uzanıyor. Balibar, bu tür bir ırkçılığın gerçek ırkçılık karşıtlığı olarak bile kendini konumlandırabildiğinden söz eder. Çünkü yeni ırkçılıkta “öteki” olarak işaretlenen gruplara yönelik önyargı daha örtük söylemsel pratiklerle kendini gösterir. Bu tür ayrımcılık, örtük olarak kodlandığı için daha “normal”, daha “doğal” algılanır.

Bu nedenle nefret söylemini artık daha geniş bir bağlamda değerlendirmeye ihtiyaç var. Doğrudan kişi ya da grupları hedef almayan ya da bariz bir biçimde ötekileştirmeyen ya da tam tersi bu tür pratikleri kınayan dil formları bile nefret içerikli bir söylemi üretebiliyor. Peki, nefret söylemi dediğimizde ne anlamalıyız? Avrupa Konseyi’nin Bakanlar Komitesi tarafından yayımlanan Nefret Söylemi konulu 97(20) sayılı Tavsiye Kararı “ırkçı nefreti, yabancı düşmanlığını, antisemitizmi veya azınlıklara, göçmenlere ve göçmen kökenli insanlara yönelik saldırgan milliyetçilik ve etnik merkezcilik, ayrımcılık ve düşmanlıkla ifade edilen hoşgörüsüzlük de dâhil olmak üzere hoşgörüsüzlüğe dayalı diğer nefret biçimlerini yayan, tahrik eden, teşvik eden veya haklı gösteren tüm ifade biçimlerini” kapsam içine alınıyor. Londra merkezli düşünce kuruluşu Article 19 ise nefret söylemi tanımını “cinsel yönelim”, “cinsiyet kimliği”, “sosyal köken”, “mülkiyet”, “engellilik”, “politik ve diğer görüşler” gibi göstergeleri de ekleyerek genişletiyor.

Nefret söylemini hangi kriterler üzerinden düşünmek gerekiyor?

Toplumsal alanda dolaşımda olan söylemsel pratiklerin şekillenmesinde medyanın oldukça etkili olduğu düşünülürse nefret söyleminin gazetecileri birebir ilgilendirdiğini söyleyebiliriz. Politik dilin de etkisiyle toplumsal ayrışmanın derinleştiği bugünün Türkiye’sinde, gazeteciler için nefret söyleminden kaçınmak çok büyük bir etik sorumluluk haline geldi. Peki, gazeteci haber yazarken nefret söyleminden uzak durmak için nelere dikkat etmeli? Örneğin nefret söylemini sadece hakaret, küfür, aşağılama, abartma, çarpıtma ya da düşmanlık ifadeleri gibi kriterlerle sınırlandırmak yeterli mi? Hem Türkiye’de hem de uluslararası alanda ortaya konulmuş, neyin nefret söylemi olarak tanımlanması gerektiğine dair farklı pek çok kıstas var. Hrant Dink Vakfı ve Sosyal Değişim Derneği ile Kanada İnsan Hakları Mahkemesi ya da AGİT himayesinde nefret söylemini izleme ve engellemeye yönelik çalışmalar yürüten SOVA Bilgi ve Analiz Merkezi’nin belirlediği nefret söylemi kriterlerinin pek çoğu belirli maddelerde birleşiyor.

  • Haber, bir grubu ya da topluluğu olumsuz olarak etiketliyor mu? Olumsuz genellemeler, abartmalar ve atıflar var mı? Doğal bir kimlik ögesini, aşağılama unsuru olarak kullanıp simgeleştiriyor mu?
  • Habere konu olan olaydan bağımsız olarak hedef kişi ya da grubun kişisel özelliklerine, kültürel pratiklerine saldırı, eleştiri var mı ya da bunlara gereksiz oranda yer veriliyor mu?
  • Biz ve onlar ayrımını belirginleştiren ifadeler kullanılıyor mu?
  • Bir kişi ve grubu güçlü bir tehdit unsuru olarak tasvir ediyor mu?
  • Kişi ya da gruplar toplumdaki ve dünyadaki mevcut sorunlar için suçlanıyor mu?
  • Mesajlar hedef grubun üyelerini içeren geçmiş trajediyi önemsizleştiriyor mu?
  • Şiddet ve ayrımcılık tarihsel olgular üzerinden gerekçelendiriliyor mu?
  • Haklar tehdit algılaması olarak sunuluyor mu?
  • Bir kişi veya olaydan ilgili tüm gruba genelleme yapılıyor mu?
  • Konuyu ya da olayı magazinel ve popüler hale getirerek bağlamından kopartıyor mu?
  • Metaforlar ya da sözcük oyunlarıyla bir dram ya da felaketi normalleştiriyor mu?
  • Şiddete gerekçe üreterek meşrulaştırıyor mu? Çatışma dili kullanılıyor mu?

Londra merkezli düşünce kuruluşu olan Article 19 Örgütü ise nefret söylemini saptarken bakılması gereken şu ölçütleri belirlemiş:

Bağlam: Toplumdaki ihtilafların varlığı, kurumsallaşmış ayrımcılığın varlığı ve tarihi, özellikle ayrımcılık karşıtlığı ve ifade özgürlüğü konusunda uygulanan yasal çerçeve, ülkedeki medya çeşitliliği ve çoğulculuğu başta olmak üzere medya görünümü.

Konuşmacı: Resmi konumu, kitle üzerinde kurduğu otorite, beyanın resmi mevkideki bir kişi tarafından yapılıp-yapılmadığı.

Amaç: Nefreti savunmaya yönelik maksat.

İçerik: Söylenen şey, hedeflenen kesim, dile getirilme şekli, ifade biçimi.

Article 19 Örgütü’nün nefret söylemi konusunda konuşmacıya özel bir yer atfetmesi, mevcut siyasi atmosfer düşünüldüğünde Türkiye’deki gazetecilerin özellikle dikkat etmesi gereken bir konu. Gazetecilerin aktaracakları ya da alıntı yapacakları konuşmacıların sözlerini ve iddialarını değerlendirmeleri, niyetini sorgulamaları çok önemli. Başkalarına karşı düşmanlık yaratmaya yönelik kasıtlı bir amaç ya da strateji var ise gazetecinin bu niyet üzerine düşünmesi etik bir sorumluluk. Gazeteciler kendilerine şunu sormalı: Bu konuşma veya ifade şiddeti kışkırtıyor mu, başkalarına karşı nefreti arttırıyor mu?

Ancak başta sosyal medya platformlarına, ana akım medyaya ve yerel basına baktığımızda bu konuda yeterli bir bilincin olduğunu söylemek oldukça zor. Hrant Dink Vakfı’nın düzenli olarak yayımladığı “Nefret Söylemi ve Ayrımcı Söylem” raporları bu tür haber içeriklerini tarayıp söylemsel göstergeleri ortaya koyuyor. Vakfın 2019 yılı raporuna baktığımızda nefret söyleminin hedef aldığı gruplar arasında Ermeniler, Suriyeliler, Yunanlar, Yahudiler, Rumlar öne çıkıyor. Ulusal medyada en çok nefret söylemi üreten gazeteler olarak ise Yeni Akit, Yeniçağ, Diriliş Postası, Milli Gazete ve Milat başı çekiyor. Ancak artık yeni tür bir ırkçılıktan söz ederken nefret söylemi ve ayrımcı dilin kapsamını da kıstaslarını da daha geniş bir bağlama oturtmak gerek. 2013 yılındaki Gezi Parkı olaylarında Aydın Doğan yönetimindeki Hürriyet gazetesi, Türkiye’nin en çok okunan ilk üç gazetesinden biriydi. O dönemde Hürriyet’in eylemcilere karşı bariz bir biçimde nefret söylemi ürettiğini söylemek zor. Ancak “Gazlama Hatırası”, “Tazyikli Suyla Tango” ya da “Bodrum Karatesi” gibi alaycı ifadelerle kurulan haber başlıklarını hatırlayabiliriz. “Dayak Yiyen Polis Çocuğu” gibi ifadelerle ortaya çıkan “değerli ve değersiz kurban”  ayrıştırmaları da bu tür akılda kalan haberleştirme pratikleri arasında.

Bugün ise özellikle kadın cinayetlerinin haberleştirilmesinde, mülteci ve göçmenlerle ilgili haberlerde benzer sorunlar olduğunu görüyoruz. Şiddete gerekçe üreten, meşrulaştıran, estetize eden ifadelerin kullanılması, felaketin, trajedinin normalleştirilmesi, konunun/olayın toplumsal bağlamından kopartılarak verilmesi başta olmak üzere ilk bakışta nefret söylemi olarak değerlendirilmeyen ama bir grubu/topluluğu ötekileştiren haberleştirme pratikleri bunun en temel örnekleri.

Konuyu bazı haberlerle de somutlaştırmak mümkün. İzmir medyasından çok kısa bir tarama yapınca bile pek çok örnek karşınıza çıkıyor. “Kıskanç koca dehşeti: Eşi ile bebeğini zehirledi” başlığındaki gibi kadın cinayetleri haberlerinin sunumunda önemli sorunlar var. “Kıskanç koca” başlı başına yanlış bir ifade. Şiddeti bir patoloji olarak görüp şiddetin toplumsal nedenlerini yok sayan, aynı zamanda faili kıskanmak gibi duyguların tesirine kapılmış bir temsilde göstererek şiddete gerekçe üreten bu gibi başlıklar oldukça fazla. Tekil bir olay retoriğiyle konuyu kişiselleştirme, olayı/konuyu bütünlük ve tutarlılık içinde değil, rastgele olaylar, durumlar olarak sunma konunun öneminin algılanmasını da engelliyor.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu raporlarına göre 2020 yılının Haziran ayında 27, Temmuz ayında 36, Ağustos’ta 27, Eylül’de ise 16 kadın öldürüldü. Bu cinayetlerin faillerini raporlayan grafiklere baktığımızda ise birinci sırada “evli olduğu erkek” çıkıyor. Bu verilere rağmen kadın cinayetlerinin bir üçüncü sayfa haberi gibi sunulması üzerine tekrar tekrar düşünmek gerek.

Bir kadın cinayetiyle ilgili bu kez ulusal medyadan bir örnek alabiliriz. “Şeyma’yı katleden erkeğe ağırlaştırılmış müebbet talebi” başlığıyla verilen haber, söz konusu kişi baba olduğu halde “katleden erkek” diyerek “baba” kimliğini başlığa taşımadığı için önemli. Kadın cinayeti haberlerinde failin akrabalık kimliğinin öne çıkartılması ya da olayın aile içi şiddet olarak sunulması eril bakışı güçlendirirken “erkek şiddeti” vurgusunu azaltıyor.

“İzmir’de asistan doktorun boğazını kesen cani hakkında karar” başlığıyla karşımıza çıkan bir diğer haber ise faili “cani” olarak tanımlayarak yine olayı münferit bir hadiseye indirgiyor ve toplumsal nedenleri yok sayıyor. Suçu bireye indirgeyip şahsileştiriyor. Oysa son yıllarda sağlık çalışanlarına yönelik şiddet vakaları artıyor.

Kadın cinayetleri ya da sağlık çalışanlarına yönelik şiddet olayları kadar göçmen ve mülteci haberlerinde de nefret söylemi örnekleri görüyoruz. Örneğin “Çeşme’de 10 kaçak göçmen kurtarıldı” başlıklı haberde “bir grup kaçak göçmen” ifadesiyle insani vurgu silikleştiriliyor ve göçmenler bir dış grup olarak kodlanarak “biz ve onlar” ayrımı belirginleştiriliyor. Ayrıca “kaçak göçmen” terimiyle mülteciler kriminalize ediliyor. “İzmir’deki yasadışı geçiş operasyonunda 3 tutuklama” başlığıyla verilen ve göçmenlerin yasadışı geçişini organize eden üç kişinin tutuklandığını aktaran haber, yine göçmenlerin bir asayiş olayına konu olduğunda haberleştirildiğini gösteriyor. Gazetelerin web sayfasında “mülteci” ya da “göçmen” anahtar kelimesiyle arama yapıldığında en çok bu haberlerin olduğunu görüyoruz. Mülteci ya da göçmenlerin sorunlarına değinen, hak örgütlerinden görüş alan, konunun toplumsal, siyasal ve hukuki bağlamını veren haberler yok denecek kadar az.

Ayrımcı ifadelere yer vermeyen ve hak odaklı iyi haber örnekleri de elbette var. İzmir medyasında “Mülteci kadınlar anlattı” başlığıyla verilen bir başka haber, İzmir’de Naldöken Köyü’nde yaşayan Suriyeli kadınlarla yapılan röportajlardan oluşuyor. Ev içinde ve dışında kadınların yaşadığı zorlukları ele alan haber, hem kadın olarak karşılaşılan sorunlara hem de ırkçılık nedeniyle olan baskılara değiniyor. Bu haberin “mağdur mülteci algısını” tekrar edip etmediği de düşünülebilir. Çünkü medyada mültecilerin asayiş gündemi kapsamında habere konu olması nasıl bir sorun ise sadece kurban ya da mağdur kimlikleriyle temsil edilmeleri de sağlıksız bir duruma işaret ediyor. Ancak bu haberde konu birinci ağızdan aktarıldığı için mağduriyet yinelemesi kapsamında değerlendirilememesi gerektiğini söyleyebiliriz.

Gazetecilerin kullandığı ayrımcı dilin toplumsal kutuplaşmadaki etkisinin bilincine varmaları kuşkusuz çok önemli. Kadın cinayetlerinin, LBGTİ düşmanlığının, mültecilere yönelik saldırıların ya da etnik kökenli şiddetin artmasında medyanın kendi payına düşeni sorgulaması gerek. Toplumsal ortak duyuda temel parametre söylemdeki düzenliliklerdir. Bu düzenlilikler anlamı sabitler. Medyanın bazı kimlikleri öteki olarak konumlandırması, kamuoyunda da o kimliklerin bizden değil algısını güçlendiriyor ve değişmez bir gerçek olarak kabul edilmesine yol açıyor. Kalıp yargılar güçlü bir duyguyla birleştiğinde önyargı oluşuyor ve devamında ayrımcı söylem ve eylemler geliyor. Özellikle demokrasisi gelişmemiş toplumlarda “dış grup” olarak konumlandırılan topluluklara karşı geliştirilen nefret söylemi bazen de nefret suçuyla sonuçlanıyor.

Simon Thompson “Hate Speech and Self-Restraint” adlı makalesinde “Yasal bir yaptırım olmasa dahi insanlar nefret içeren ifadelerden kaçınabilirler mi” diye soruyor. Thompson, bu soruyla çıktığı yolculukta nefretten kaçınmanın mümkün olabileceğini ama burada normatif kodlar ile etik ve ahlak kurallarının etkili olduğunu söylüyor. Devlet, cezai yaptırıma başvurmadan nefret söyleminin önüne geçebilir mi, eğitimle etik ve ahlaki değerler aşılanabilir mi? Bugünün Türkiye’sine baktığımızda tüm bunlar oldukça zor görünüyor. Ancak en azından gazeteciler bir dönüşümün öncüsü olabilir. İşte bu yüzden bugün gazetecilere yönelik nefret söylemi, ayrımcılık ve hak odaklı haber atölyeleri yapmak her zamankinden daha önemli. Nefret söylemiyle etkili bir şekilde mücadele edebilmek için somut iyi uygulamaların, deneyimlerin ve yaratıcı örneklerin paylaşılması için karşılıklı öğrenme ve işbirliği faaliyetlerinin arttırılması gerekiyor. Ana akım medyanın sahiplik yapısı düşünüldüğünde yerel medya kendi yolunu çizme konusunda daha cesaretli davranabilir. Nefret ifadeleriyle yüklü siyaset ortamı ve taraflı ana akım medyaya karşı yerel basın birleştirici ve barışçıl dilin savunucusu olabilir.