“Son günlerde ortaya saçılan iddialar gösteriyor ki, gazetecinin saygınlığı iktidar odaklarına mesafesiyle doğru orantılıdır.” Gazeteci Özlem Akarsu Çelik, Ankara gazeteciliğini anlatıyor.

Bundan 20 yıl önce, Türkiye’nin ana akım medyasının “en muhalif” köşe yazarlarından biri, dönemin cumhurbaşkanı için ağır ifadeler kullanırdı. Cumhurbaşkanlığı uçağına bir kez davet edildi. Bir baktık cumhurbaşkanına övgü dolu bir yazı kaleme almış. Bazı Ankara gazetecilerinin bu durumu Ankara-İstanbul gazeteciliği kısır çekişmesiyle açıklamaya çalıştığını ve kendilerine paye biçtiklerini hatırlıyorum. Gerçek başkaydı. Bu basbayağı güç karşısında şaşkınlığa düşmek ve mesafeyi koruyamamaktı.

Her mesai günümde “muktedirle ilişki kurmanın incelikleri” üzerine kafa yoran genç bir Ankara gazetecisiydim ve bu çarpıcı örnek sebebiyle iktidarın dönüştürücü gücü karşısında dehşete kapılmıştım. O toy zamanlarımda gördüklerim karşısında hep şaşırır ve ana akımda barınamayacağımı düşünürdüm.

Komutana “ Paşam” Yerine  “…Bey” Deyince

Cumhurbaşkanlığı sona erdikten sonra Demirel’i bir süre daha takip ettim. Çünkü o tarihteki patronum Demirel’e destek için medyaya girmiş bir iş insanıydı(Demirel Çankaya Köşkü’nden indikten bir süre sonra patron iflas ilan edip bizi tazminatsız kapının önüne koydu). Kendisini izleyip haber yapan az sayıdaki gazeteciyi Güniz Sokak’taki evine çağıran Demirel meslektaşlarıma “9’uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel” imzalı, kadranında kendi fotoğrafı bulunan birer saat hediye etti. Birlikte çalıştığım kameraman arkadaşım ziyaretlerimizde her fırsatta Demirel’in elini öperdi. Birkaç kez Demirel her zamanki alışkanlığıyla benim de ağzıma doğru elini uzatmış, elini nazikçe indirip sıkmıştım. O ve benzeri tavırlarım nedeniyle olsa gerek, o saat bana verilmedi. Demirel’in elini öpen arkadaşım daha sonra başka siyasetçilerin de elini öptü ve hiç işsiz kalmadığı gibi kapağı kısa sürede bir devlet kurumuna attı.

Gazetecilerin çoğunun erk sahipleriyle ilişki kurma biçimi yadırgatıcıydı. Meslektaşlarımın rütbeli askerlere “Komutanım… Paşam…” diye hitap etmesi, militarist dili haberlerinde tereddütsüz kullanması rahatsız ediciydi. Bir özel haberim nedeniyle ilk kez Genelkurmay Karargâhına davet edildiğimde karşımdaki komutana “… Bey” diye hitap ettiğim o an benim açımdan komikti ama bu tutumum bir daha karargâha davet edilmememe sebep oldu.

Devleti yönetenlerle teşrik-i mesaimde benzer çok olay yaşadım. “Sayın Cumhurbaşkanı” yerine “Cumhurbaşkanım”, “Sayın milletvekili” yerine “Vekilim” veya “Müdürüm… Amirim…” diyenler hep vardı. Bugünden farkı, aynı ortamda bunu reddeden ve meslektaşlarını uyaran gazeteciler mutlaka olurdu. Bunun boş bir geçmiş zaman güzellemesi olmadığını belirtmeliyim. Zaten güzelleme yapacak bir geçmişten de bahsetmiyorum. 28 Şubat’ın hemen sonrası. Siyaset-medya-mafya ilişkileri ayyuka çıkmış; gazeteci kökenli medya patronu kalmamış; medya patronları farklı iş kollarında ihale kovalayarak zenginleşmenin ve siyasete yön vermenin peşinde; gazeteciler sendikasızlaştırılmış, güvencesiz çalışmaya mahkûm edilmiş; plaza kültürü yavaş yavaş başlamış; gazete ve televizyonların Ankara temsilcileri gazetecilerin değil patronun temsilcisi gibi çalışıyor…

Basın Kartı Komisyonunda TGS Temsilcisi Vardı

90’ların sonu 2000’lerin başı medya açısından güzel anılacak bir dönem değildi. Ancak o tarihte, Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü bünyesindeki Basın Kartı Komisyonunda “sarı sendika” işlevi görmeyen gerçek meslek örgütlerinin, örneğin Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın temsilcisi de yer alırdı. Bir yandan devletin resmi kurumunun gazetecilere kart vermesi sorgulanır diğer yandan bu kurumlar boş bırakılmazdı(Şimdi bu komisyonda sadece siyasi iktidarın kontrolündeki medya kuruluşlarının ve meslek örgütlerinin temsilcileri yer alıyor). Gazetecilerin, mesleğe dair mevzuat oluşturulurken -patronlarına rağmen- sesi çıkardı. Evrensel gazetesinin muhabiri başbakanlık binasına rahatça girip bakanlar kurulu toplantısı sonrası kabine üyelerine soru sorar, manşeti alırdı. Anadolu Ajansı muhabirinin yazdığı yolsuzluk haberi siyasi iktidarı sallardı. Yani sermaye-siyaset kuşatması altındaki medyada öyle ya da böyle habercilik yapılabilirdi. Kurum habere izin vermiyorsa gazeteci oradan ayrılıp başka bir kurumda mesleğini yapma şansına sahipti.

Başbakanlık Akreditasyonu İptaliyle Başlayan Yasaklar

Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarında Ankaralı gazeteciler için en önemli kırılma noktası 2008 yılında yaşandı. Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın basın müşaviri Akif Beki, 5’i Doğan Medya Grubu bünyesindeki kuruluşlarda çalışan toplam 7 gazetecinin başbakanlık basın kartını iptal etti ve bu gazetecilerin başbakanın programını izleyemeyeceğini söyledi (Akif Beki bu uygulamasının ardından Doğan Medya Grubunda hem köşe yazarı hem TV yorumcusu olarak işe başladı. Doğan Grubu’nun medyadan çekilmek zorunda kaldığı günümüzde ise Beki AKP iktidarını eleştiren yorumlar yapıyor).

AKP iktidarının ilk yıllarına kadar basın kartımızı gösterip rahatça girebildiğimiz ve başbakanın makam odasının da bulunduğu kata çıkarak başbakan yardımcılarının kapısını çalabildiğimiz Başbakanlık binası, randevusuz girilemeyen bir yer haline geldi. Daha sonra Başbakanlık eski binanın bulunduğu Vekâletler Caddesinin başı ve sonu “güvenlik” gerekçesi ile kesilerek akreditasyonu olmayan ve randevusu bulunmayan gazeteciler bu caddeye dahi sokulmadı.

Anadolu Ajansı’nın Dönüşümü

AKP’li yıllarda gazetecilere yönelik akreditasyon iptaliyle başlayan engellemeler her geçen gün artarak devam etti. Başbakanlık’ın ardından tüm kurumlar akreditasyon uygulaması adı altında -iktidara yakın sermaye gruplarının kontrolündeki basın yayın kuruluşlarında çalışanlar hariç- gazetecilere kapılarını kapattı. Her türlü baskıya rağmen gazetecilerin rahatça soru sorabildiği tek yer parlamentoydu.

2003 yılında Meclis Başkanının İletişim Danışmanı olarak göreve başlayan Kemal Öztürk, başdanışmanlık da yaptığı Meclis’te köklü bir dönüşüme imza atamadı ama Anadolu Ajansı’nın genel müdürlüğü koltuğuna oturduğu 2011-2014 yılları arasında ajansın yapısını tamamen değiştirdi. Yüzlerce tecrübeli gazeteci emekli olmak zorunda kaldı veya ajanstan ayrıldı. Daha sonra AKP’den milletvekili aday adayı da olan Öztürk, bugün iktidarın politikalarını eleştiren yazılar kaleme alıyor, ekranlarda “muhalif yorumcu” kontenjanından sıkça boy gösteriyor.

Saray’ın Duvarları

Tek insan rejimine geçme hazırlıkları hızlandıkça siyasi iktidarın temsilcileri halktan ve gazetecilerden daha da uzaklaştı. Ankara Keçiören’de mütevazı bir mahallede yaşayan Erdoğan 2015 yılında Cumhurbaşkanlığı Sarayına taşındı. İktidarının ilk yıllarında kendisini adım adım takip eden gazetecilere kibarca “takibi bırakmaları” söylendi. Bir zamanlar tatilini geçirdiği oteldeki odası dahi haber yapılabilen Erdoğan’ı artık tatillerde kimse takip edemiyordu. Haberciler, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından “güvenlik” uyarılarına çarparak Erdoğan’dan daha da uzaklaştı(rıldı).

Başbakanlık hizmet binası olarak yapımına başlanan ve AK Saray adı verilen dev binaya önce Cumhurbaşkanlığı Sarayı denildi, eleştiriler üzerine yerleşkenin adı Cumhurbaşkanlığı Külliyesi olarak değiştirildi. Birinci derece tarihi ve doğal sit olan Atatürk Orman Çiftliği arazisinin statüsü değiştirilerek inşaat yapıldığı için Danıştay’a gidildi ve Danıştay sarayın kaçak olduğunu tescil etti ama Erdoğan bu yerleşkede yaşamayı ve çalışmayı sürdürdü. Hatta bununla da kalmadı adli yıl açılış törenini dahi burada yapmaya başladı; Türkiye’deki tüm basılı eserlerin örneklerinin bulunduğu Milli Kütüphane bu yerleşkeye taşınarak Millet Kütüphanesi adını aldı. Ankara’da yüksek lisans ve doktora öğrencileri başta olmak üzere araştırma yapanların çalışma mekânı olan Milli Kütüphane, Cumhurbaşkanlığı Sarayına taşınınca insanlar, alacağı kitaplar kayıtlara girer korkusuyla kütüphaneye gitmez oldu. Yüksek duvarlarla çevrili ve olağanüstü güvenlik önlemleriyle korunan “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi”ne Cumhurbaşkanlığı akreditasyonu olsa dahi hiçbir gazeteci randevusuz giremiyor.

Gazetecileri Genel Kurul’dan Uzaklaştırma Girişimi

Gazetecilerden bilinçli olarak uzaklaştığı yıllarda dahi Erdoğan’a parlamentoda rahatça soru sorulabiliyordu. Meclis Başkanlık Divanı 2016 yılında milletvekillerinin ziyaretçilerle yapacakları basın toplantıları için basın koridorunda bulunan toplantı salonu yerine yeni binadaki salonun kullanılması kararını aldı. Meclis’te görev yapan gazeteciler ve Parlamento Muhabirleri Derneği, Genel Kurul salonunun bulunduğu ana bina dışında hiçbir yerde basın toplantısı izlemeyeceklerini belirterek uygulamaya itiraz etti. Meclis yönetimi bu tutumunda ısrar edince gazeteciler Genel Kurul ile sırt sırta çalıştıkları basın koridorunda bulunan toplantı salonu dışında hiçbir yerdeki basın toplantısını izlememe kararı aldı.

Yapılmak istenen açıktı. Amaç, önce basın toplantılarını ana binadan uzağa taşımak, sonra basın koridorunu TBMM Genel Kurulu’ndan uzaklaştırmaktı. Gazeteciler, basın koridorundan Genel Kurul salonuna rahatça girip basına ayrılan locadan olup biteni anında takip edebiliyordu ve haberden uzaklaşmamak için bu imkândan vazgeçmeye niyetleri yoktu. Meclis yerleşkesindeki başka bir binadan buraya koşarak yetişmek ve anlık bir gelişmeyi/haberi yakalamak imkânsızdı. Gazeteciler kararlı tutumlarıyla parlamentodaki çalışma mekânlarını ve koşullarını koruyabildiler ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Meclis Genel Kurulu ya da partisinin grup toplantısı çıkışı rahatça soru sorulabilen tek yer hâlâ Meclis.

Cumhurbaşkanı’na Görünmek İçin Sıraya Giren Ankara Temsilcileri

Bütün bu mücadeleye rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan, Meclis’teki teamülleri de değiştirdi. Önce iktidar partisinin grup toplantısı ardından da muhalefet partilerinin grup toplantıları geleneğine karşı çıktı. Erdoğan, muhalefetin kendisine cevap vermesini istemediği için partisinin Meclis grup toplantısını salıdan çarşambaya aldı.

Ankara temsilcileri çok uzun süredir Cumhurbaşkanı Erdoğan’la göz teması kurabilmek için çarşamba günlerini bekliyor. AKP Meclis Grubu toplantısının yapıldığı salonun kapısında sıraya giren ve Erdoğan’ın korumalarının yaklaşmalarına izin verdiği mesafeden Erdoğan’a göz ucuyla selam veren Ankara temsilcileri çoğunlukla toplantıyı izlemek için basın locasına dahi girmeden Erdoğan’a görünüp işlerinin başına dönüyorlar.

İletişim Başkanlığı’nın Özel Görevi

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildiği 2017 yılı itibariyle tek insan rejimi kendisini her alanda daha ağır hissettirdi. 2018 yılında Cumhurbaşkanlığı bünyesinde İletişim Başkanlığı kuruldu. Basın Yayın ve Enformasyon buraya bağlandığı gibi bu kurum bünyesinde Stratejik İletişim Daire Başkanlığı oluşturuldu. Başkanlığa, “Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yürütülen psikolojik harekat, propaganda ve algı operasyonu faaliyetlerini belirleyerek her tür manipülasyon ve dezenformasyona karşı faaliyette bulunmak” görevi verildi.

“Sarı Basın Kartı”nın yerini İletişim Başkanlığı’nın verdiği “Turkuaz Basın Kartı” aldı. Meslekte 20 yılı doldurmuş gazetecilere hak görülen Sürekli Basın Kartı, hakkı olduğu halde birçok gazeteciye verilmedi. Çok sayıda gazetecinin basın kartı başvurusu yanıtsız bırakıldı. Tek insan rejiminde baskı altındaki yargı da basın kartı bulunmayan gazetecilerin gazeteci olmadığına hükmeden kararlara imza attı.

AKP’li yıllarda gazetecilerin özlük hakları budandığı gibi anayasal bir hak olan örgütlenme hakları da gasp edildi. Sendikalı olduğu için işten çıkarılan gazetecilere tazminatları dahi verilmedi. Medya sermayesi el değiştirirken iktidarın ikinci döneminde yöntem olarak benimsenen medya grubuna TMSF aracılığıyla el konulması ve iktidara yakın sermaye gruplarına satılması yöntemine artık ihtiyaç duyulmuyordu.

Uçak Gazeteciliği ve Ortak Manşetler

Ana akım medya el değiştirirken tirajlar ve reytingler çok düştü. Ana akım medyanın kudretli yöneticileri birer birer alternatif mecralara geçmek zorunda kaldı. Onların yerini dolduranlar tamamen siyasi iktidarın savunuculuğuna soyundu.

Erdoğan’ın uçağına binebilen gazeteciler doğrudan iktidarın onayından geçenlerle sınırlıydı. Bir zamanlar uçakta tüm gazeteciler kendi notunu tutar, hangi konuyu öne çıkaracaksa başlığı ona göre atardı. Çok uzun zamandır Erdoğan’ın uçağında tek kişi not alıyor. O notlar Cumhurbaşkanının basın danışmanının onayından ve sansüründen geçtikten sonra gazetecilere dağıtılıyor ve ortak metin olarak tüm gazete ve televizyonlarda yayınlanıyor. Uçakta sansürlenmiş bölümü yazmaya hiç kimse cesaret edemiyor. Kaldı ki, uçağa binen ve gazeteci sıfatı taşıyanların büyük çoğunluğu haberci olmadığı için zaten haber yazma becerisine de sahip değiller. On parmak haber yazmak bir yana çoğunun bilgisayarını çıkarmaya dahi yeltenmediği görülüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yöneltilen soruların çoğu da soru değil iltifatla karışık iktidar yanlısı yorumlardan ibaret.

Derin Devlet Aparatının İfşaatı ve Medyanın Hal-i Pürmelali

Derin devletin aparat olarak yıllarca kullandığı Sedat Peker’in ifşaatlarıyla gündeme gelen “kirli gazeteciler” herkese, Le Monde’un kurucusu Hubert Beuve-Méry’nin “Gazetecilik bir temas ve mesafe mesleğidir” sözünü hatırlattı. Haber kaynaklarıyla belli bir mesafeden temas kurmak gazeteciliğin temel prensiplerindendir.

Haberci-haber kaynağı ilişkisi yıllara dayalı bir güven ilişkisidir. Haber kaynağı sizin stajyer muhabir olduğunuz günlerden kıdemli gazeteci olduğunuz güne kadar sizin mesleki gelişiminize, pratiğinize tanıktır. Siz de onun bürokrasideki veya siyasetteki kariyerini izlersiniz. Kaynak kimi zaman yazılmamak kaydıyla bilgi verir, yazmazsınız. Bu güven ilişkisi yeri/zamanı geldiğinde size vereceği bir kritik manşetin de zeminini yaratır.

İktidara yakın habercilik yapmanın zorlukları iktidarla ilişkilenme biçiminizde gizlidir. Son yıllarda sıkça gördüğümüz/tanık olduğumuz ve son günlerde ortaya saçılan iddialarla kamuoyuna mal olan bilgiler de gösteriyor ki, gazetecinin saygınlığı iktidar odaklarına mesafesiyle doğru orantılıdır.