“Bugün Türkiye medyasında, yandaş veya muhalif, nereye bakarsanız bakın, patronlar/yöneticiler nezdinde sendika korkusu sürüyor. Çünkü gazeteci, bir toplu sözleşme masasına oturduğunda sadece zam oranlarının altına imza atmaz. Patronların, yöneticilerin kalemini istedikleri gibi eğip bükemeyeceklerinin belgesidir o sözleşme.” Gazeteci Banu Tuna, medya çalışanlarının neden sendikalı olması gerektiğini anlatıyor.
Sendikaların, Türkiye ana akım medyasından holding patronlarının emri ve gazeteci-yöneticilerin eliyle temizlenişini Hıfzı Topuz, ‘II. Mahmud’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi’ isimli kitabında detaylı biçimde anlatır.
Ben basına gözümü açtığımda bu süreç çoktan tamamlanmış, sendikalaşma handiyse illegal faaliyet kapsamına alınmıştı. Toplu sözleşmelerin yapıldığı günleri görmüş olanlar –üzerinden 10 yıl bile geçmemişti daha- bu sayede kazandıkları hakları Hürriyet gazetesi koridorlarında efsane gibi anlatmayı sürdürmekteydi.
Mesleğe girdiğimde yıl 1997, Türkiye Gazeteciler Sendikası’na (TGS) üye olabildiğimde ise 2006’ydı. İlk altı yıl sigortasız çalıştırıldığımdan, bu dönemde sendikalı olmak mümkün değildi. Cep harçlığı kadar maaş gibi, güvencesiz çalışma da sendikasız/patronlu gazetecilik döneminin armağanı oldu bana ve benim gibi yüzlerce genç gazeteciye.
Sendikaya üye olduktan bir süre sonra gazete yöneticilerinden biriyle “dostane” bir konuşma yaptık. TGS’ye üye olduğumu haber almışlardı (o dönem üyelik sistemi tamamen farklı olduğundan bu mümkün olabiliyordu), oysa ben gelecek vaat eden bir çalışandım. Kariyerimi düşünüp sendikadan istifa etmeliydim.
Doğru zamanda doğru şeyi söylemeyi becerdiğim zamanlar sayılıdır. Bu onlardan biriydi. İstifa etmedim, onlar da bir daha sormadı. Zaten belli ki içeride telaşa düşmeye değmeyecek bir avuç üye vardı.
Aradan yıllar geçti, ne Sendika beni sordu ne de ben onu. Doğru olanı yapmak için üyelik yeterliymiş gibi yaşayıp gittik. 1 Mayıs’larda arkasında yürüyecek bir pankart sahibi olmaktan öte değildi sendikalılığım. Bu arada medyada sayısız tenkisatlar, kapanmalar, el değiştirmeler gördük, dostlarımızla vedalaştık. İsyan ettik ama hiç yan yana gelerek değil. İsyanımız da her seferinde daha sönüktü zaten. Yayın politikaları değişti, yasaklı konular, başlıklar, kelimeler arttı, öncelikler değişti, yüzler değişti, biz sadece çalıştık.
Sonra bir gün TGS bizi buldu. Demirören Holding’e geçen Hürriyet gazetesi kocaman ama aksamaya başlamış bir makineydi, evet zordu ama örgütlenmek mümkündü.
Hafızasında 30 yıl önce yaşananları barındıranlar küskündü. “Sendika bizi o zaman yalnız bıraktı” dediler. Başka bazıları sendikanın adından bile korkuyordu. Fakat diğerleri üzerimizdeki ölü toprağını atmanın, suskunluktan kurtulmanın, adeta çiftlikle birlikle alınıp satılan köleler olmadığımızı göstermenin bir yöntemi olarak benimsedi sendikalı olmayı. Ekonomik haklar ikinci plandaydı, yapmak zorunda bırakıldığımız gazeteciliğe itirazımız vardı. Sıkıştırıldığımız köşeden kurtulmaya çalışıyorduk daha çok.
Anayasal hakkımızı kullandık, denedik, mümkün olabileceğini gördük… Aramızdan 45 kişi bu süreçte işten çıkarıldı ama hiç kimsenin “Keşke bu işe kalkışmasaydık” dediğini sanmıyorum. TGS’nin Hürriyet Gazetesi’ne açtığı yetki tespit davası hâlâ sürüyor.
Bir gün geriye dönüp bakıldığında kimse “30-31 Ekim 2019’da Hürriyet’te sendikalılara yönelik büyük bir tenkisat olmuştu ve sendika onları yalnız bıraktı” da diyemez.
* * *
Durduk yere anılarını anlatmaya başlayan “kıdemli” gazeteci klişesine paldır küldür düşmemin sebebi, sendikalı olmanın, mesele gazetecilik olduğunda sadece ekonomik taleplerden ibaret olmadığını, ifade özgürlüğüyle, bu işi evrensel etik değerlere bağlı kalarak yapabilmekle de çok yakından alakalı olduğunu anlatmak. Gazeteci, bir toplu iş sözleşmesi masasına oturduğunda sadece zam oranlarının, ikramiyelerin, sağlık yardımlarının altına imza atmaz. Patronların, yöneticilerin kalemini istedikleri gibi eğip bükemeyeceklerinin de belgesidir o sözleşme. Editöryel bağımsızlık talebini getirir beraberinde. Öte yandan bir sendika da ancak üyeleri kadar güçlüdür.
Bugün Türkiye medyasında, yandaş veya eleştirel/muhalif, nereye bakarsanız bakın, patronlar/yöneticiler nezdinde sendika korkusu, hatta alerjisi sürüyor. Mesele sendikal örgütlenmenin önüne geçmek olduğunda, hangi tarafta durdukları fark etmiyor, bastırma yöntemleri dahi benzeşiyor. Ait olduğu sınıf hakkında kafası karışık meslektaşlarımız da, kazanımların ancak örgütlü mücadele ile mümkün olduğunu unutmuş görünüyor. 30 yıl önce silinen hafızaya ulaşılamıyor. Oysa metal işçisinin, liman işçisinin, maden işçisinin mücadelesinden farklı değil mücadelemiz. Üstelik bir de halka eğilip bükülmemiş, çarpıtılmamış haber iletmek gibi ahlaki bir sorumluluğumuz var. Bu ahlaki sorumluluk, örgütlü hareket etmeyi de zorunlu kılıyor.
Sendikalı olmak, mücadelede yalnız değiliz demektir, haber alma özgürlüğünün, meslek onurunun güvencesidir, ahlaki ve mesleki bir zorunluluktur, sınıf bilincidir.
Her gazeteci, mesleğe adım attığı gün sendikalı olsaydı adım gibi eminim bugün her şey çok farklı olurdu. Yarın her gazeteci sendikaya üye olsa, her şey çok farklı olacak.
Ya hep beraber, ya hiçbirimiz…
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden 1996’da mezun oldu. Yüksek lisans derecesini Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi İnsan Hakları Hukuku programından 2021’de aldı. Tezinin konusunu “Sosyal Medyada Gazeteci Kadınlara Yönelik Cinsiyetçi Dil” oluşturuyor. Yaklaşık 25 yıl muhabirlikten yayın yönetmenliğine gazeteciliğin farklı pozisyonlarında görev aldı. Mayıs 2019’dan bu yana Türkiye Gazeteciler Sendikası İstanbul Şube Başkanı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) üyesi, Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) kurucu üyesi. Aralık 2019’dan bu yana Hafıza Merkezi’nde editör olarak çalışıyor.