“İnsanlar ne yaşıyor? Ne düşünüyor? Bir gazetecilik gayesi de bu olabilir.” Pınar Öğünç insan hikâyelerinin inceliklerini anlatıyor:

Gazeteciye düşenin ne olduğunu konuşmaya, şu yalın tarifle başlanabilir: hakikati yansıtmak… Fakat başlarken dahi bu cümlenin dilek şart kipinde kurulduğunu biliriz, zira örneğin başlı başına hakikatin ne olduğu, birçok hakikatten hangisinin seçildiği ya da tüm bunların nasıl yansıtıldığı üzerine düşünmek, katmanlı, tuzaklı ve aslında hayli kirli bir alana sokar bizi. Bu, yalınlığın zaafı sayılmamalı, bilakis tam da o çetrefilli alanda ilkeler, yöntem ve etik, başa dönerek özü teşkil edilen sorularla biçimleniyor: Hakikat nasıl yansıtılır?

Gazetecilik yapmanın türlü türlü biçimi mevcut. Politik ve/veya sermayenin tahakküm odakları tarafından bilhassa gizli tutulanı ortaya çıkarmaya yoğunlaşan gazetecinin yöntemleri, haber kaynakları, haber özneleri ve nihayetinde dili bu gaye etrafında biçimleniyor. Bir de gerçeğin ilk bakışta kendini ele vermeyeceği sezgisiyle, görünmez kılınmış yanları bulunduğu varsayımıyla hareket eden gazeteci var. Bu alanın da farklı veçheleri olmalı. Örneğin varlığına iliştirilmiş kimliği nedeniyle susturulmuş ya da sesi kakafonide duyulmaz olmuş özneleri merkeze almak, hak haberciliği çerçevesinde anlamını buluyor. Gazetecinin bu defa önceliği, toplumsal cinsiyeti, etnik ya da dinsel aidiyeti yahut sınıfı nedeniyle görünmezleştirilmiş öznelerin temsiliyetine aracılık olabiliyor.

İnsanlar ne yaşıyor? Ne düşünüyor? Bir gazetecilik gayesi de bu olabilir; güncel ya da haber değerini mutlaka güncelliğinden almayan bir konuda “dışarıdaki” algıyı aktarmak… Popüler çağrışım mekanizması belki önce kentlerin işlek caddelerinde tutulmuş mikrofonları getirecek akla. (Röportaj türünün yanlış tanımlanmasıyla kemikleşmiş) “sokak röportajları” bir tür halk aynası olarak kullanılıyor. Hatta haberciliğin dijital medyayla kaynaşmış halinin bu tür üretimi bilhassa sevdiği söylenebilir. Pratik olarak yaygınlaşması da, fikir inşa etmek yahut var olan bir fikri örneklemek için malzemeleştirilmeleri de kolay. Bir fast-food halka inme yöntemi belki; Ayşe Teyze ne düşünüyor?

Mikrofonun nerede tutulduğu, kimin tuttuğu, kimlerin konuşmayı kabul ettiği, meramını dile getirirken hissettiği özgürlük, (“telefonunu çıkar” adamları gibi) o esnada çevrenin tepkisi, bunun söyleşiye yansıması, tüm bunların sunuluş biçimi, zaman içinde değişen ton, “sokak röportajları” denilen türü sindirerek incelemeyi gerektiriyor açıkçası. Yine de gazetecinin sahayla temasını buradan konuşmak bizi sığlığa iter.

İnsanlar ne yaşıyor? Ne düşünüyor? Bunu yansıtma gayesi öncelikle şu soruları önümüze koyuyor: Kimi dinlersek “insanlar” dediğimiz, toplumsallık olarak heterojen yapıdaki bu kitleye dair gerçek bir fikir verebiliriz okura? Kolay tarif edilebilir kriterler üzerinden “halk”ın fazlaca çeşitli olmasının yanı sıra, insan denilen her canlının biricikliği gibi bir mesele söz konusuyken üstelik… Aktardığımız ne kadar “inandırıcı” olacak? Dinlemediğimiz her insan kadar eksik miyiz yani? Bu anlamda doğruya yakınlığı garantileyecek sosyal bilim yöntemleri öne sürülebilir, ki bu gazetecilikten asıl beklenen değil. Fakat bu iki alanın kesişim kümesinde duran ve aslında gazetecilik açısından zihin açıcı bir bakış açısına yoğunlaşılabilir.

Sosyolog Richard Sennett, birçok dile çevrilmiş çok sayıdaki kitabında emeğin ve üretimin ya da otorite, eşitlik, işbirliği kimi kavramların kapitalizmin evrimiyle dönüşümünü takip ediyor yıllardır. Bu esnada yaptığı tekil görüşmelerden de faydalandığı için, Jonathan Cobb ile birlikte yazdıkları “Sınıfın Gizli Yaraları”nda bu hikâyelerin temsiliyeti ve “inandırıcılığı” üzerine söz söyleme ihtiyacı duymuşlar. Çünkü belki haklı gerekçelerle bir gazetecinin de yapabileceği gibi, görüştükleri kişilerin isimlerini gizli tutuyor, ama hikâyelerini naklediyorlar. Öncelikle kendi konularından yola çıkarak insanların sınıfa ve haysiyete ilişkin duyguları üzerine zaten katı bir bilimsel çalışma yapılmasının mümkün olmadığından söz ediyorlar. Bilimsel bir alan araştırması için kişileri belli temsiliyetleri yüklenecek kriterlerde seçmek, o geniş grubu tanımlayacak aynı soruları sormak, tesadüfi örneklem üzerinden kişilere ulaşmak gibi gereklilikler, bu aracı kifayetsiz kılıyor onlara göre. Hem ilişkiyi, hem de görüşmeyi kurarken seçilen bir tür yaklaşımla, ancak gerçek deneyimler üzerinden konuşabileceğinden söz ediyorlar. Bu da bir telefon rehberini açıp kişi seçmekle mümkün değil. Keza o kişiye ulaşırken geçilen iletişim zincirinin sağlayacağı inandırıcılığa ve güvene de ihtiyaç var. O tekil hikâyeler ancak böylelikle hakikati yansıtma gücüne erişiyor. Bu, gazetecinin de dayanağı bir yandan.

Gerçek deneyimler, birinci tekil şahıs olarak dile dökülmüş hikâyeler, iyi bildiğimizi sandığımız mevzularda neden bu kadar kıymetli, sorusu belirebilir. Sennett’in sınıf üzerinden açtığı bahsi, yine gazetecilik dışı bir referansla güçlendirmek mümkün. Jacques Ranciere*, “Kurmacanın Kıyıları” kitabının bir bölümünde Marx’ın Kapital’de lafı neden bu kadar uzattığını soruyor. Sonuçta yazdığı satır başına para almıyordu, diyor hatta. Bilimsel analizini kolayca ve gerçekten üç-beş sayfada yapabilecekken mesela çömlekçiden dokumacıya, “sıradan insanın” hayatından örnekler verdi? Onların ne yaşadığını bilmemiz neden gerekliydi? Ranciere’e göre Marx, Kapital’in daha başında metanın çoklu bir gerçeklik barındırdığını, çelişkilerle dolu olduğunu ortaya koyduğunu söylüyor. Yani buradaki sırra ermek, sermayenin artı değer üretmek uğruna erkeklerin, kadınların, çocukların bedenleri üzerinde uyguladığı “muazzam deneyi” bir anlatıya dönüştürmek, bu özneleri hayaletler, otomatlar olmaktan çıkararak mümkün. Ya da Engels’in tarifiyle “eller”ine indirgenmiş bireyleri ve o indirgeyen mekanizmayı anlayabilmek için ellerden ötesini görmek gerekiyor. Gazetecilik açısından düşünüldüğünde çoklu gerçeklik ve çelişki barındıran her konuda gerçeği yansıtmaya dair ufuk açan yaklaşımlar bunlar.

Richard Sennett ve Jonathan Cobb** “Sınıfın Gizli Yaraları”nda insanları tarif ettikleri biçimde dinlemenin araştırmalarına kazandırdıklarını anlatırken birkaç şeyi daha vurgulamışlardı: Aynı ruh hali içinde verilen cevaplardaki belirsizliklerle ve çelişkilerle baş edebilmek ve inceliklere erişmek. “Sıradan insan”, kimi zaman baskın gelen hiyerarşik kodlamadan arındırılıp, “sıradanlık” doğru olduğu biçimde insanlığın büyük yüzdesine üleştirildiğinde doğru tanımına kavuşuyor. Gazetecilikte bunun belli bir uzmanlık alanı çerçevesinde konuşmamayı ifade ettiğini akılda tutsak dahi, hangimiz sıradan insan değiliz? Kavrama bu demokratik yaklaşım önemliyse de, tuzaklarını da akılda tutmak gerekiyor; bu söyleşi türünü aşırı romantize etme, ulvileştirme tuzağı. Sıradan insan gerçek olduğu için ifadesiyle kıymetli. Yoksa çelişkiler, belirsizlikler, karanlıklar her insanın sıradanlığında yatıyor. Değeri bunları cisimleştirmesinde, kimi zaman zihinden çıkmayacak ifadelerle biçimlenmesinde, bizi hakikate yaklaştıran inceliğinde.

Svetlana Aleksiyeviç***, “Hakikatin tek bir kalbe, tek bir akla sığmaması bana hep eziyet vermiştir. Hakikat ayrık ayrıktır, çoktur. Hakikat farklıdır, dünyaya sepelenmiştir” demişti 2015’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü teslim alırken yaptığı konuşmada. Gazetecilik eğitimi alan ve yıllarca da bu işi yapan Aleksiyeviç’ın tamamen söyleşilere dayanan kitaplarını sınıflandırmakta bazıları çok zorlanıyor. Çünkü tipik bir gazeteci gibi davranmıyor, ama kurmaca olmayan bu metinler hazır edebiyat kalıplarına da oturmuyor. Gerçeği başka bir biçimde aktarıyor o; tarihi başka bir biçimde kayıt ediyor. Aleksiyeviç yaptığını şöyle açıklıyor: “Gündelik hisleri, fikirleri, sözleri topluyorum. Kendi zamanımın hayatını topluyorum. Beni ruhun tarihi ilgilendiriyor. Ruhun gündelik varlığı ilgilendiriyor. Büyük Tarih’in genelde kibirle görmezden geldiği. Kaçırılmış tarih benim uğraşı alanım.”

Sıradan insan için “küçük insan” denir bir de. Aleksiyeviç, tarihe müdahalesiyle küçük insanların büyüklüğünü hatırlatıyor. Gerçek içinde kapsadıkları yerin değerini, belki ilk gazetecilik günlerinden beri biliyor.


* Jacques Ranciére, Kurmacanın Kıyıları, Metis Yayınları, 2019
** Richard Sennett, Jonathan Cobb, Sınıfın Gizli Yaraları, Heretik Yayınları, 2017
*** Svetlana Aleksiyeviç’in Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmanın, Nigâr Hacızade tarafından Rusça’dan yapılan çevirisini esas aldık.